(?, !, %)
Çarşamba
yeşil
Salı
Bir Abdullah vardı, öldü dediler. Öl ki meşhur olasın sen.
Nerden bulduğumu o kadar hatırlamıyorum ama o kadar iyi ki buldum ki, adımı Babacerenler diye değiştireceğim. Babacerenler olur bak. Güldüm.
Perşembe
Bu hayal, gücünü kamçılar
Pazar
Nasyonel Sosyalist Zombi
Canım canım tezimin -görüyorsunuz ona nasıl da müşfik sesleniyorum- büyük -çok büyük- bir kısmını Goebbels propaganda ededursun; ben bir tane film buldum. Şurda.
Cumartesi
Perşembe
Salı
Linki de bu
Belki Kramer'ı çok sevdiğimden, belki de saçma salak şeylere güldüğümden -çok sıkılmış da olabilirim bilemiyciğim-, youtube'daki bir videonun altına yazılan bir yorumla bi beş saat eğlendim. Şimdilik yapılmış en güzel tespit. Başka aklıma gelmiyor. Videomuz şu:
Cumartesi
Sana malik oldu da, mütemmim cüzzüne niye...
Bayırdan aşağı eve doğru bağırır
Osman ağbey! Osman ağbey!
Cuma
Olur da hani
"Borçveren'le borçalan'ın para keseleri arasındaki fark, soytarılık eden ile soytarılık edilen'in bellekleri arasındaki fark kadar. Ama buradaki benzetme, akademisyenlerin deyimiyle, dört ayak üzerinde değilse de, Homer'dekilerin en iyisinden bir ya da iki ayak daha fazlası üzerinde durur. (Homer'in teşbihleri iki ayak üzerinde duruyor, bu dört)
Çarşamba
Beni bana anlatma Shuffle
Var bi olayı da. Yok, bildiğimizden -kendimi hariç tutuyorum- daha farklı bir şey. Onun içinde acayip, böyle "bilen" bir şey olmalı yani. Yoksa başka türlü.. Yok canım!
Eskitiyorum, eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğu
Gözden kaçırmam ile gözden çıkarmam arasında yaşanan süreç, 10.07.2009 ile 07.10.2009 arasındaki zamana tekabül ediyor. Biz buna resitatif zamanlar diyoruz.
AÇIKLAMAYA çalışmaktansa, yerine en çetrefil geometri problemini çözmeyi yeğleyeceğim bir şey var: Vaftiz olmadan önce doğmam gerekliydi.
Salı
O "fark" kötü
Anlamsız zamanlarda -"yerlerde" de olur bak- o durum içinde anlamsız kalan -"uygun olmayan" daha doğru bak- şeyleri farkediyorum.
Ölüyorsun, çünkü biliyorsun abi! -öğrenmek, anlamak- Hakikat değil de ne?
Özlemek de fark etmek mesela.
Farkındayım.
Cuma
Cola'ysa evinde iç ve portakallı vodka gribe keskin çözüm.
"Beş sene sonra tekrar türkçe- matematik testi çözmek, net hesaplamak, kaç yanlışın kaç doğruyu götüreceği hesabında olmak bana çok acayip geliyor. Artizlenmeyin! Beş sene beş senedir. Bana uzun."
"Yukarıdaki paragrafa göre" diye başlayan bir soru sormayı çok isterdim. Büyük ihtimalle "vurgulanmak istenen nedir?" derdim.
Eğer Mehmet'in verdiği o kocaaa ALES soruları kitabının kapağını açmış olsaydım tabii. Neyse bir buçuk gün uzun bir zaman. Halledilir.
Bir de bir haftadır domuz gribinden evde yatıyor olmamın getirdiği ilgiye muhtaçlık ve dikkat çekme isteğimden; buna karşılık anne ve babamın tutumundan bahsetmek istiyorum. Tamam domuz gribi falan değilim, dikkat çekme ihtiyacımdan bahsetmiştim bir cümle önce. Travestiliğe ramak kala sesimle insanları ölüyorum diye darladığım da doğrudur. Ama tamamen saf ve temiz duygularla yapıyorum bunları. Tek istediğim bir Yeşilçam annesi ve türk dizisi babasıydı. Annem endişeli endişeli "ışığı kapa artık kadın!" çığırışlarıma rağmen bütün gece başımda beklesin; "ben uyurken bi elleme, dokunarak uyandırma demiyor muyum yeaa!" diye afkurmalarıma rağmen alnıma ıslak bezler koysun. Babam adeta bir Tamer Karadağlı olsun. O fırtınalar estiren, kükreyen adam, sırf vücut ısım normalinden bir derece yüksek diye -o da allah bilir neden hiho- karalar bağlasın, dağları delip en iyi doktorları getirsin.
Çok şey mi istiyorum?
En azından bana cüzzamlı gibi davranıp, ben odaya girdiğimde alelacele maskelerini takmasınlar. "Çok konuşma bütün mikroplarını dağıtıyorsun etrafa." demesinler. Ulan dışarı çıkıyorum; insan "kızım çıkma daha çok hasta olursun." der di mi? Benimkiler insanlara mikroplarını bulaştıracaksın diyor. Çağıl'ı doktora götürüp beni götürmediklerinden bahsetmek biler istemiyorum. Hayır, bi sor di mi yani kibarlık olsun diye.
Neyse Orhan baba söylesin: Başa gelen çekilirmiş çekemem diyemem nırınını nını..
O değil de hasta olmam ve pazar günü sınavımın olması cumartesi bir şeyler yapamayacağımız anlamına gelmiyor bence. Yani şimdilik öyle geliyor. Birazdan Mehtap çemkirmeye başlar. Kaçtım.
Aşkom dedi, gülüm dedi
Gökçe, bu sözler sana.
Salı
Teşvik Yasası
Aradığım tat kesinlikle Bejeweled'daki adamda. Renan teyze, serzeniyorum ya hani, oluyor mu bari bir şey söyle diye. Excellent diyor. Awesome diyor.
Perşembe
Kıssam'dan hisseler
Sevgili Eugenius,
Çarşamba
Me to manique cho banne, bir İtalyan markası
Bak senin sevdiğin havalar da geldi. İki haftaya özlersin ama güneşi. Biraz güneşi. (Bir Osmanlı markası)
Lorem ipsum
Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipisicing elit, sed do eiusmod tempor incididunt ut labore et dolore magna aliqua. Ut enim ad minim veniam, quis nostrud exercitation ullamco laboris nisi ut aliquip ex ea commodo consequat. Duis aute irure dolor in reprehenderit in voluptate velit esse cillum dolore eu fugiat nulla pariatur. Excepteur sint occaecat cupidatat non proident, sunt in culpa qui officia deserunt mollit anim id est laborum.
Cuma
Knock knock knocking on
Sabahın köründe kalkabildiğim tek günde de, evde kilitli kalmam... "Korumuyorsun anneciğim, zarar veriyorsun." geyiğini yapabilirim şimdi. Ne bileyim hiç olmadı sor anahtarım var mı?
Pirlanta Muhammed
Hindistanlı 'pirlanta' Muhammed'i olaydan bir hafta sonra İstiklal'de görmeme ne demeli? Daha ilginci, görür görmez "Oha Muhammed bu!" demem? Bu ne anlatıcı etkisidir arkadaş! Fulya'nın taklit yeteneğini takdir etmeli.
Salı
Yusuf Nokta Midye
Her şey bir masa etrafındaki on kızla başladı. Aslında birleştirilmiş iki masaydı. Bilirsiniz, bu gibi masa düzenlemelerinde elbette ki biri, o iki masanın tam birleşimine denk gelir. Arada kalmışlık. Bahsedilen biri, bacaklarını da rahat rahat uzatamaz. Yazıktır. Neyse.
Pazar
Kırmızı kırmızı kırmızı... Yüce!
Hay allah cümle kuramıyorum dedim. Gene o ifadesiyle "Cümle kuruyorsun çünkü." dedi. Anladım.
Cumartesi
Konuşurken kafanın içine soktuğun gibi beni, yazabilsem. Neler neler anlatırım.
Çarşamba
Başta Erman Toroğlu, Beşiktaş Düşmanları- Mesajınız var.
İnegöl'den 15663 no'lu Beşiktaş kongre üyesi Ahmet Galip Meriç abimiz,
Salı
Bi bulduruverin onu bana
Bana şeyi buldursanıza ımm. Alkışlarla Yaşıyorum'da dinliyorduk yanlış hatırlamıyorsam. Telefon kaydı. Adam aboneliğini iptal ettirmek istiyor. Sonra kendinden geçip Çarrşııııııı diye bağırıyor. Küfürbaz Metin değil. Hatırlamıyorum işte. Hadi be bi hatırlayanınız varsa..
Pazartesi
Zevk.com 18+
Nohoho diye güldüm. İşte bu çok güzel. 18 yaşından büyük olduğunu kanıtlamak için kompozisyon yazmak zorundasın ki şifreyi alabilesin. Zevk Diyarı.
askerken iki günde bir karaşimşek çıkardı. askere gittiysen ne dediğimi bilirsin. Bilirsen bilirsinki 16 yaşından küçük olsam askere gidemezdim. Bi de ilavetenn bir kanıt daha gönderiyorum. Uzay 1999 Ay üssü Alfa dizisindeki ay mekiklerinin adları kartal diye başlardı örn: kartal 1 gibi Küçük ev dizisinde dişlek çilli bi kız vardı ya adı laura ydı gördüğün gibi sadece 16 değil 26 yaşından da büyük olduğumu kanıtladım. şimdi gönder abine parolayı yoksa pazar konserlerinde herbert fon karajan ın yönttii klasikleri sayarım ona göre.
lan ali ben aydın şu bilgi işlemde ki uzun aydın tanıdın mı lan eğer tanıdıysınsan taksim e git orda bir boya sandığı var onu alırmış gibi yap bekle beni geliyom.
am osurması! bunu öğrendiğimde 21 yaşındaydım.
Cumartesi
Çarşamba
Ne iş?
Bir de şunu tanıtayım tamamdır. Ne iş yapsak? İş fikirleri paylaşım platformu imiş. Ne iş? İşşşş
Özür mahiyetinde
TD 121
Türk Dili dersini en sonunda blackboard üzerinden verecek okula önce bir fok alkışı gelsin. Benim ne suçum günahım vardı mınakoduklarım delirttiniz beni!
Lanlarım,
Cumartesi
Evladım bak bi
Ceren telefonunu evde unutmuş. Hiç susmadı maşallah. Ayıplı mesajlar atmayın. Ben annesi. Sizinle mi uğraşacağım canım!
Pazar
Ben hiç sims oynamadım
Mehmet'in hava yolu şirketi var, uçak alıyor. Benzinin ucuzlamasını gözetiyor. Diyorum ki, sonra ne oluyor? " Uçuruyorum işte uçakları, para kazanıyorum." diyor.
Tenk yu Gia
Birinciyi en başında dedik zaten. Gia dedik ya. O nasıl logo lan? Yedi blog çokmuş, bakalım bakalım.
Cumartesi
House Party
Yedi arkadaş. Yedi farklı uyuşturucu. Tek bir evde toplanırlar. Da dandan da dan!!! Ve olaylar gelişir.
Sevinmemiz çapkıncadır, ağlatır bizi küpeşteler
Bugün Filiz demiş de ordan aklıma geldi. Bir kaç kişi daha stajlarının son gününde vedalaşırken gözleri dolan, ağlayan çalışma arkadaşlarının varlığından bahsediyorlar. Oğlum o ondan değil! Gitmek- terkedilmek- gidiyor olmak- arkada kalmak- kalan olmak- giden olmak ve benzeri siksok durumun yaptığı çağrışımlar ya da bir şeyler hatırlattığı duygusallık anları. Yani alınmayın üzerinize. Sevmiyor o kişi sizi. Mantıken üzülmesini de beklemeyin. Ha şöyle üzülebilir; staj döneminde bütün hamallıkları size yaptırıyordur da o yüzdendir. O gözleri dolan var ya, sizin "ayyy en çok o üzüldü." dediğiniz. O işte içlerinden en çiyan olanı.
Perşembe
"Baskı"nın da olduğu gibi "basınç"ın kökü basmaktan gelir.
Yüksek basınçta balonlar patlardır. Mazallahtır. İnsan önce kendinden korkacaktır. Nottur.
Gençsin tabii paylaşacaksın
Have you met TED?
Burda türkçe çevirilileri var. Bu da kendisi. Deds dı vey aha aha ay layk it. Mehtap'ın söylediği var bir de ona da bakmalı.
Salı
İnternet ne güzel şey
Rapor olarak sunulması gereken şey internetin kullanım alanlarıydı. Dedim boşver alanlarını, direkt internetin kullanımı yapıp konuyu dallandırıp budaklandıralım. Davranış inceliyoruz burda. Twitter ve FriendFeed, nasıl seviyorum onları nasıl seviyorum! Sarp'ı da ajan yapardık, oh mis. Herif uyumuyor. Sonra baktım ki hakkaten uyumuyormuş. Neyse bir takım olaylar işte. Aha da şurda. Çok kıskandım ibneyi kucak dolusu küfürlerimi gönderiyorum. Ha ama teşekkürü de borç bilirim o kadar değil yani. Kaynak oldu resmen bana. Teşekkür etmem gereken çok insan var aslında da, hepsi word dosyalarında kopi peyst şeklinde duruyor. Ederiz bir ara fazla şeetmeyelim şimdilik.
Pazartesi
Uykum gelmese ikna edebilirdim
Telefon ettim bir yere, fiyat alacağım. Telefonda söyleyemiyoruz dediler. Allahalla biri duyar diye mi acaba deyip bir de mailden yana şansımı kullanayım dedim ama onu da yemedi. "Gelin, hem görmüş olursunuz." dedi. Sağolsun.
Radikal olsun birleşmemiz ben kan vereyim
Pazar
Cumartesi
Şimdi sen gidiyorsun ya
Neden gittiğin hakkında konuşmak bile istemiyorum zaten de. Ne gerek vardı ki yani? O gün "Öylesine." demiştin. Bok öylesine! Gidiyorsun işte. Hem de bugün! Nasıl bugün olur ya? Bir kere daha görüşecektik hani? Hep kandırıyorsun sen beni.
Çarşamba
Altın günü mü yapsak?
Salı
Ya ...
3G reklamlarında, üç kızın kol kola girip "Merraka Övgüler" başlığı altında "merak ne güzel şey, güzel şey merak" diye sokaklarda şarkılar söylemesi komik değil mi? Bence komik. Sonuçta 3G. (nokta!)
Pazar
Tam da bununla ilgili zaten



Cumartesi
Perşembe
Biziz onlar ne var yani?
Sinemada Harry Potter izlerken, aklına Kutsal Damacana gelip gülmeye başlayan arkadaş grubunu her türlü severim.
Salı
Darallar
Gene duramamalarım başladı, böyle böğrümü böğrümü sıkıyorlar. Dur ben bir vasiyetimi yazayım.
Pazartesi
Ben ölünce yakın demiş adama. Adam onu dinlememiş.
Prometheus ile ilgili dört efsane var imiş:
Pazar
Akbaba
Bir akbaba ayağımı kemiriyordu. Ayakkabı ve çoraplarımı ufak parçalar haline getirmişti bile ve şimdi de ayağımı kemiriyordu. Sürekli gagalıyordu. Etrafımda huzursuzca daireler çizdi, sonra yine işe koyuldu. Bir adam yakından geçti, biraz baktı, sonra akbabayı neden kovmadığımı sordu. "Çaresizim." dedim, "bana doğru gelip saldırınca, tabii ki kendimi korumaya hatta onu boğmaya çalışacağım. Ama bu hayvanlar çok güçlü. Benim yüzüme atlamak üzereydi, ayağımı feda etmeyi yeğledim. Şimdi de parçalara ayırdı."
Kendine işkence edilmesine böyle izin vermen ilginç, dedi adam. "Bir kez ateş ettin mi, bu akbabanın sonu olur."
Öyle mi, dedim, "bunu yapar mısın?"
Zevkle, dedi adam, "silahımı almak için eve gitmeliyim. Bir yarım saat daha bekleyebilir misin?"
Emin değilim dedim ve bir an için acıyla kaskatı kesildim. Sonra, "Herneyse, deneyin." dedim.
Tamam dedi adam, "olabildiğince çabuk davranacağım."
Akbaba bu konuşmayı sakince dinliyor, gözlerini benim ve adamın üzerinde gezdiriyordu. Onun her şeyi anladığını fark ettim. Kanatlandı, güç kazanmak için uzağa uçtu ve sonra, sanki bir cirit fırlatıcısı gibi gagasını boğazıma daldırdı. Sırt üstü düşerken, kaçınılmaz bir biçimde her boşluğu dolduran, her kıyıya ulaşan kanımda boğulmakta olduğunu görerek rahatladım.F.K.
Dışarda ağzına vurduğumun bi çocuğu ağlıyor sabah sabah
Samimi oldukça birbirine karışıyorsun ya hani bir de, işte o çok acayip. Bakıyorsun önceden aldığı kararlar, senin gelecek planların olmuş falan. Sen çoktan vazgeçmişsin, bıraktığın yerden o devam etmiş ya da. Bayrak yarışı gibi. Bu bir tanesi sadece.
Bir anlığına ona dönüşüp kendi tepkini verememek de garip. Senin benim yok. Kiminse, diğerinin yükü daha çok aslında. Sorumluluk çok sik bir şey.
Mesela film izlerim. En dramatik sahnesinde durdurur, ne olmuşsa bana olmuş gibi kendime uyarlayıp bir on dakka ağlarım. Ahuha çok saçma! Ooo neler neler. Ceren olur Bergen. En sonunda çok efsanevi bir ölüm hazırlamışken, hasiktir lan Mehtap çok üzülür, Çağıl bu yaşta bunu kaldıramaz diyip geri dönüyorum. Hayal bile kurdurtmuyorlar insana. Bela mısınız oğlum?!
Güvensizliğe çare yok da şu menopoz teyze öfkeleri nolucak acaba? Sinirlendikçe sakinleşiyorum allahtan. Neyse kanı kaynıyor gencin, büyüyünce geçer.
Hahah geçen gün bir kağıt buldum, beşinci sınıfta falanmışım. Bir şeyler olmuş herhalde evde. Bir an önce on dokuz yaşına gireyim lütfen yazıyor. Çok güldüm, sonra yazık lan dedim. Aha girdim on dokuz yaşına, üstünden de üç sene geçti. Ne sikim oldu ki? Şimdi işte büyüyünce geçer diyoruz da, e ya bir de geçmezse? Neyse ki öyle bir zaman aralığı koymuyoruz. Geçmezse, anadan babadan kalma muhteşem yargıyı yapıştırıveririz: Sen hala çocuksun.
Bir de o içerdeki çocuk folloş oldu, bir iyi oluyor bir kötü. Bir karar verin ulan, kafam karışıyor. Anlıyorum ama duyamıyorum.
Bu saatte de noluyosa? Yat işin gücün mü yok. Diyeceğim şeyi de dememişim zaten yine.
Gelsene hadi artık lan. Deli özledim.
Cumartesi
Gibi değil gibi
Duayı türkçe ediyorsun da anlıyor mu bakalım seni? Sonuçta dil, insan icadı. Biraz da kompleksli sanırım. Hep o bulsun, hep o yaratsın istiyor. Gönül koymuş. Madem kendi başınıza anlaşabiliyorsunuz birbirinizle, anlaşın amına koyim, öğrenmiyorum demiş.
Kediye köpeğe anlatır gibi anlatmak lazım sorunu. Kedi köpek derken yanlış olmasın. Onlar da sonuçta bir evlat gerçi ama toplum baskısı işte ne yaparsın. Hani gel deyince gelmez de, gözünün içine bakıp biraz da badi lenguiç kullanınca gelir ya.. Vücut dili önemli tabii. Avantaj sağlar.
Hercümerç güzelmiş dur bakayım kullanmaya çalışayım. Bütün dualar tek bir kanalda hercümerç olmuş iken, olur da aşağı bakası gelirse, hemen göze çarpar vücut dili kullanan insan. İlk namaz da böyle çıkmış ortaya zaten.
Demem o ki, yukarısı çok gürültülü. Kafa göz şişirticisinden. Farkettirmek gerek kendini. O "zamanla" dedikleri şey var ya, o O'nun anlayabilme süreci. Bırakmış tavırları. O da büyüyor en nihayetinde, çabalıyor. Kolay değil ki ne yapsın, o kadar insan.. Görev bilinci var ama bak.
Bir de kediye köpeğe anlatır gibi dedik. Sen de telepati, ben diyeyim çok istemek. Hissetmek mühim. His önemli. Kalp atacak aga!
Bir de o kadar sorumluluğu nasıl taşır ki diye düşününce bir diğer ihtimal geliyor aklıma ki, siktir et onu, hiç hoş değil.
Cuma
Çarşamba
Altı ay kısa bir süre aslında
Evet bununla oyalanabilirim bir müddet. O bir müddet ne zamana tekabül eder peki? İki sene iyidir.
i know everything about me? növ çarli nat yet
Salı
Perşembe
Sosyal Sorumluluk
Şimdi siz ŞUNU indirseniz, hem muhteşem bir film izlemiş olsanız, hem sizin sayenizde film çabuk inse, mutlu olsak, paylaşımın güzelliklerini falan düşünsek..
Duyarlı olalım a canlar. Büyük vaatlerim var. O bir buçuk saatin sonunda hayatınız değişecek. Ha hayatımdan memnunum, değişmesin diyenlerin çok istedikleri bir şey olacak. "Hayatımdan memnunum, çok istediğim bir şey de yok." diyenler mutlu olacaklar. "Hayatımdan memnunum, çok istediğim bir şey de yok. Mutluyum ben." diyenler, siktir yalancı ibne seni istemiyorum, sen izleme!
Hadi TIK
Pazartesi
Necati'ye
Bugün seni andım Necati. Aslında seni sık sık anarım Necati. Derim, "Ne mal adamdın sen Necati!" Ama bugün dedim, afferim lan Necati. Böyle uzata uzata, iki "f" ile, benimseyip sahiplenerek. Hani o götünde patlamasını dilediğim kolaların var ya.. Boşverdim lan Necati! Sen de boşver Necati. Kola bu en nihayetinde. Ha götünde patlamış, ha buzlukta.
Ne o, şaşırdın mı Necati? Şaşırma Necati. Ne mi oldu Necati? Verdiğin filmleri izliyorum. Onlar ne güzel filmlermiş be Necati!
Kolalar da, San Diego'nun o duvarlarına benzeyen buzdolabı da, fırın da, o içindeki hakikaten ölü tavuk da senin olsun Necati. Necati, duyan da sırf mutfakta anılarımız var zannedecek. Yok Necati, diğerlerini hatırlasam bu filmler bile kurtarmaz seni. O yüzden saydıklarımı al ve git Necati. Necati, dur bekle. Dijimon Hanzo da senin olsun lan, al hadi. Senin fotoğrafın var hem, daha çok yaşanmışlığın var. Hadi git şimdi Necati.
Ama son kez, allah belanı versin. Bir daha gelme Necati!
Pazar
Tarkan: Mars'ın kılıcı
Kartal Tibet'in o önüne zorla düşürülmüş bir tutam saçına ne demeli peki? Pürüzsüz bacaklarından ve sen kimsin ey yiğidim diye soranlara attığı şuh bakışları eşliğinde iki kolunu önünde kavuşturarak "Darkan" demesinden bahsetmek istemiyorum. Çok seviyorum oğlum!
Kafayı koparıyorsun. Öpüp, geri takıyorsun.
ZOMCON
Zombileri topluma kazandırma derneği diye düşününce komik oluyor tabii. Kırmızı ışık sönerse sıçtın. Filmimizin adı Fido. Oh muhteşem diyemem ama ZOMCON'un tanıtımını görünce pek bir güldüm. Buyrunuz:
Cuma
Aklınızda bulunsun.
Bir yerden sonra çekilmez oluyor ya hani soruları. Hayır, severim, ilgilenirim de ama aynı şeye elli defa "bu ne?" denmez ki. Çocuklardan bahsediyorum.
Çözdüm bütün mantığını. Şimdi çıksınlar bakalım karşıma. Şudur:
Misal, soruyor yine "bu ne?". "Kalem."
-Peki bu ne?
- O da kalem.
Bızzt orda kopuyor işte kayışlar. Sen "hay allah, ilki kalemse diğerinin de kalem olduğunu anlayamıyor mu yani gerçekten? Bu mu demek yani çocuk?" diye düşünürken O, "Nasıl lan? İlki kalemdi, öbürsü nasıl kalem oluyor? Salak herhalde." diye düşünüyor. Sonra bizi denemek için defalarca soruyor. Karşılıklı salak muamelesi çekiliyor.
Şimdi şöyle, çocuğumuzun adı Ali olsun. Ben Ceren'im. Diğeri Ahmet, Osman.. Çocuk bunların hepsinden birer tane tanıyor biliyor. Beni Ceren olarak biliyor bir tane. Diğeri olsa olsa Osman olur. Başka da olur gerçi ama Ceren olamaz. Çocuk işte, minik, ufak. E az önce gösterdiğim kalemdi. Onun adı kalem. Tanıdı, bildi. Diğeri nasıl kalem oluyor? Diğeri kalemse, ilki neydi?
Vallahi denedim, oldu. Ha yalan söyledim, yanlış tanıttım ama çocuk zaten, unutur. Hem alışsın erkenden. Bir yerden sonra kalemleri saklamak zorunda kaldım ama hiç başa dönmedik. Bu iyi bir şey. Deneyin.
Pazartesi
Yağlı ciltliler ve jöleliler dikkat! Kafamızı otobüs camlarına yaslamayalım lütfen!
Hayatta bazı şeyleri geri alamazsınız.
Şaka lan! Backspace tuşum bozulmuş sadece, okay o. Aslında demek istediğim "olay o". Ama işte anlarsınız ya... Teşekkürler.
Tabii bazı şeyleri geri alabilmek hiç.....
(Peki şimdi ne yapacağım? "hiçte" mi yoksa "hiçde" mi? 'fıstıkçışahap', evet. Ondan sonra 'peçeteke' geliyordu. Yoksa 'becedege' mi oluyordu onlar? Kırk beş de netim vardı hağ! Pehh, yaşlanmışım.)
Evet, baştan alıyoruz.
Tabii bazı şeyleri geri alabilmek hiç de fena olmazdı. Mesela geçen gün otobüste yaşadığım o olay gibi. Önümde oturan, civciv sarısı renkli gömlekli... Yani demek istediğim önümde bir adam oturuyordu. O önümde oturan adamın üzerinde bir gömlek vardı. Ve o önümde oturan adamın üzerindeki gömleğin rengi, hani civciv olur ya böyle küçük.. Hani anası tavuk. Sarı böyle.. Hah işte o renktendi. Off çok zorlanıyorum.
Yani bazı olayları geri almak isteme nedenim ya da... Eöömm, silmek? Evet, ya da silmek isteme nedenim... Hayır, silmek falan istemiyorum. Silmek nerden çıktı? Tek istediğim geri alabilmek o kadar. Neyse, ne diyordum? Otobüsteki civciv sarısı gömlekli adam. Hah bak 'civciv sarısı gömlek' gayet basit oldu. Neden ilkinde aklıma gelmedi ki?
Adam kıroydu tamam mı? Belki de krodur, bilmiyorum. Bunu neden söyledim ki şimdi? Ne bileyim, pembe gömlek giyen birine ibne misin oğlum diyebiliyorsam... (Evet, bir sonraki paragraf.)
Adamın isminin baş harfi "A". Ya da sevdiceğinin, ikisinden biri. Nerden mi biliyorum?
Hay allahım dolandırdım da durdum. Yani demem o ki,
Geçen gün, otobüs camındaki kafa yağına kalp ve "A" harfi çizen civciv sarısı gömlekli bir adam gördüm. Yani şu olayı geri sardırıp sardırıp, tekrar ve tekrar izlemek ve her seferinde şoka girmek güzel olmaz mıydı a canlar?
Pazar
Olur bazen öyle şeyler
Saniyede senaryoyu yazmıştım. Arka sokaktaki karakola bomba atmışlardı. İnsanlar evlerinden çıkıp olay mahaline doğru koşuyorlardı. Ulan dedim, bok var koşun hemen. Baktım olacak gibi değil, koşan insanların yüzlerini teker teker seçebilmeye başladım ve yarısından çoğu tanıdığım insanlar, açtım hemen gözlerimi. Birkaç saniye daha devam etti görüntüler, sonra giderek silikleşerek kayboldular. Tam olarak uyandığımda da gök gürültüsünü yine bomba sandığımı anladım. Bir kere daha olmuştu bu. Yine görmüştüm. Savaş uçakları vardı ama o zaman. Oluyor bazen öyle şeyler.
Ses deyince aklıma geldi. Sahi, kediye nolmuştu? Hiç sesi çıkmıyordu, ki şimdiye miyavlamaya başlaması gerekiyordu. Gözlerimi kapattım. Balkona doğru yürümeye başladım. Yürürken sürekli karşılaşacağım ölü hayvanı düşünüyordum. Balkonun kapısını açtım. Yerde, kutunun yanında siyah minicik bir şey aradım. Malesef gördüm. Yüzümü buruşturup gözlerimi kapatacakken gözlerimi açtım.
Ortaokuldan beri yatağımın tam karşısındaki duvarda asılı duran ve çıkartınca bir eksiklik hissedeceğim için on senedir çıkartamadığım posterdeki adama baktım. Tamam, hala ordaydı. Birileri vardı ya şimdilik, sevip sevmediğimin önemi yoktu. Hele ki şu saatten sonra. Olurmuş bazen öyle şeyler.
Yaz-kış farketmeden asla daha ince bir şeyle değiştirmediğim yorganı üzerimden attım. Sağa dönüp burnumu duvara yapıştırdım. Bir şey vardı düşünmem gereken de aklıma gelmedi bir türlü. Çalışmadı beynim. Bulamadım ne olduğunu da üzüntüsü vardı. Olurdu bazen öyle şeyler. Uyuyunca geçerdi. Kapadım gözlerimi. Doktor sol göğsümü deliyordu. Narkoz vermeyi unutmuşlar. Uyursan ölürsün dedi, açtım gözlerimi. Bir kere daha olmuştu bu. Olurdu bazen öyle şeyler.
İyi dedim madem, sen canlı canlı göğsümü oyuyorsun ibne de, ben gene sözünü dinleyeyim. Kalktım kediye baktım, uyuyordu. O sırada aklıma geldi düşünmem gereken şey. Döndüm odama. Çıkıp sandalyeye söktüm posteri. Onca sene tabii, duvarın boyası da geldi posterle birlikte. Siktir et dedim, kapamıyorum da üstünü, kalsın öyle mınakoyim. Ne çok küfür ediyorum diye sinirlendim. Halbuse severdim. Kapı çaldı, Abuzer amcadır dedim, bakmadım. Devirdim kıçımı yattım.
Cuma
Oha lan anne
Benim kedim var ya, tam bir İstanbul beyefendisiydi. Sonra ben bir yere gittim yazın. Annemler de dedi ki: "Biz buna bakamayız sen yokken. Babanın arkadaşına verelim, dönünce alırsın."
Neyse ben döndüm, üstünden iki sene geçti, hala geri alacağız kedimi.
Ah annemin bırbırları olmasa. Bu nedir yahu? Çocuk dağılımlarını ona göre yapsınlar artık. Astımlı anneye hayvan sevmeyen evlat, hayvan seven çocuğa biraz az konuşan anne düşse. Tamam hakkını yemeyeyim, on küsur senedir evin ortasında kocaman bir papağan besliyoruz. Ama annem, Papi iki kanat çırpsa bana çemkirmeye başlıyor ay tüyüydü, ay boğazımdı diye.
Tamam lan tamam. Şu yaşıma kadar babamla bir olup eve sayısız hayvan soktuk ama kadının da astım başlangıcı var ne yapsın, söylenecek tabii. Ama annem bugün gözüme girdi işte.
O, ki muhteşem insan, sokakta yavru bir kedi görüp (bayaa yavru) eve getirmiş. Gözlerini falan temizlemiş, şırıngayla süt vermiş. Bir de "Ay elimi yalıyor, içim bir tırtır oluyor." diyor. Aferin lan anne! Bir daha sorarlarsa anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı diye, oyum sana.
Oy yerim bunu ben çok şeker. Minicik. İçim şefkat dolu ben yanına gidiyorum.
Perşembe
İşte buna amin denir
Nereye gitsem bir Maykıl Ceksın şarkıları, kimle konuşsam bir Maykıl Ceksın da öldü yaa muhabbetleri.
"Öldü de bana mı öldü?"den tut, "Çok severdim yaa, çok üzüldüm."e kadar bir sürü şey duydum da, bence en iyisi şuydu:
"Hayatının yarısını siyah, diğer yarısını beyaz olarak geçirmiş Michael Jackson'a tüm Beşiktaş taraftarı olarak Allah'tan rahmet diliyoruz."
Salı
Başlık da bana mı başlık?
Bugün oturdum Marcus Antonius'u düşündüm. Önce neden oturarak düşündüğümü düşündüm. Ayakta düşünürsem düşünceler beynime baskı mı yapardı? Bunun dinle, peygamberle bir alakası var mıydı? Bir kaç kişiye danıştım, cevap alamadım. Sonra Kahpe Bizans geldi aklıma. Sahi, reklamcılık okumamın en büyük nedeni Cem Davran'la dangalak arkadaşıydı. (Burdan kendilerine ağız dolusu küfürlerimi yolluyorum.) Ruhsar'ı da küçükken ne izlerdim hağ.
Sonra defne yapraklarımla sahneye geri döndüm. Bir Kleopatra oldum bir Brutus. Bilemedim Antonius'u sevsem mi sevmesem mi. Bir an olayları düşünüp kendimi yakın hissettim O'na. Gerçi ben o olayda tam bir retorik hatasıydım başta. Özellikle son iki kural: "Method and Institution" Hayatımı dedim, sekiz unsurla mahvettim. Dikta mikta her neyse. Severim Caesar'ı her şeye rağmen sebepsizce.
İçinden çıkılacak olaylar değil müdürüm. Ne bileyim bana bir Cassius olsun, Iago olsun -Lady Macbeth değil ama- onlar da pek bir çekici geliyor. Uğraşamam ama ben öyle şeylerle.
Eveeet, bir depresyonun daha sonuna geldik. Yayında ve yapımda emeği geçen herkese teşekkürler. Bir de şu büyümek çok zor iş hağ. Bunun bir durma yaşı falan yok mu? Bileyim de ona göre yani. Ne bu böyle emo emo?!
İlk ezberlediğim ingilizce şarkı Marc Anthony'nindi.
Cumartesi
Çarşamba
Çağıl
'Çıkmak' diyor lan!
Çok kızla 'çıkmak' değil diyor olay, sevdiğin kızla 'çıkmak'. Güz gülleri gibi. Banyoya gidiyor ki görmeyelim gözlerinin dolduğunu. Efkarlanıp, aç abi bizim şarkıyı diyor. İbo bir kulunu çok sevdim o beni hiç sevmiyor diyor, bizimki uzaklara bakıyor. Üzülüyor, çok üzülüyor.
"Çok güzel be abla! Bir görsen, Shakira'ya benziyor."
Bacak kadar velet, on iki yaşındaki kardeşim çok aşık. Kıvırcık saçları varmış. Pek havalı, biraz da ciddi bir şeymiş. Pay çıkarıyorum ordan hemen kendime, iyi diyorum, ileride serçe sürüsü gibi kızlarla uğraşmayacağım. Dünyaları sikerim lan Çağıl için ama şimdilik elden bir şey gelmiyor. On iki senelik çok renkli aşk hayatının bir gün başına bir iş açacağını biliyordum da biraz erken oldu bu. Ha gerçi yuvaya giderken bi Yeşim öğretmen vardı. Çağıl üç yaşındayken evlendiler. Sonra öğrendik ki Yeşim öğretmen birazcık kaşarmış. Yuvadaki diğer çocuklarla da fingirdiyormuş. Evet, Çağıl'ın ilk olayı buydu. Diğer çocuğun kafasına oyuncak kamyonuyla vurmuştu. O zamanlar küçük olduğundan pek gurur yapmamıştı ama. Yeşim öğretmen diğer çocukların sadece sevgilisi olduğunu fakat en çok Çağıl'ı sevdiğini ve onunla evli olduğunu söyleyince, affedivermişti öğretmenini. İlkokula başlayana kadar sürdü aşkları.
Bu seferki farklı ama. Zaten hep öyle olmaz mı? Neyse, kızımızın adı Yağmur. Fakat kendisinden Shakira diye bahsetmek istiyorum çünkü biraz ileride başka bir Yağmur'la karşılaşma ihtimaliniz olabilir, emin değilim, yazının gidişatına göre bakacağız.
Bu Shakira Yağmur Çağıl'ın yanına gidiyor ve kendisine gitarla bir şeyler çalmasını istiyor, benim yapamadığımı yapıp Çağıl'ın kitap okumasını sağlıyor ve kitap değiş tokuşları yapıyorlar falan. Aynı okuldalar ve böyle bir ilişkileri var işte.
Sonra bir ara bilmem hatırlar mısınız Bahçelievler'e bir sapık dadanmıştı. Bahçelievler sapığı. Neden hatırlayasınız ki? Neyse Çağıl bir gün diyor ki Shakira'ya, bahçelievler sapığı var, seni eve ben bırakayım. Sonra olaylar şöyle gelişiyor;
Çağıl kıza ondan hoşlandığını söylüyor, kız da düşünmek istediğini. Ertesi gün okula geliyorlar ve kız Çağıl'ın çok iyi çocuk olduğunu ama arkadaş olarak sevdiğini söylüyor. Olayın bu kısmında çıkan tırnaklarım ve şeytan boynuzlarım, işin farklı da bir boyutu olduğunu öğrenince geri kaçtılar.
Çağıl Shakira'nın en yakın arkadaşıyla da 'çıkmış'.
İçimden Shakira Yağmur'a kokulu öpücüklerimi gönderirken, aynı zamanda kardeşimin derdini dinlemeye devam ediyordum.
Kız arkadaş kalmak istediğini söylerken, Çağıl arkadaşa ihtiyacı olmadığını söylüyor ve benden bir "Vay beeee" alıyor. Bunlar mesajlaşmaya devam ediyorlar ama. Her şey buraya kadar çok sıradan evet. O zaman heyecanlı kısmı geliyor.
Artık arada ne olmuş ne bitmiş bilmiyorum, Shakira Çağıl'a artık mesaj çekmemesini söylüyor. Ay yazık yuzuk demeyin, mesajlaşırlarken Çağıl'ın Yağmur diye başka bir sevgilisi var. Neyse Çağıl da diyor ki: "Neden? Ben seni sıkıyor muyum?"
Fakat sevgili kardeşimin duyguları kadar saf olmayan telekomünikasyon sektörü, bu mesajın kızın telefonunda "Neden? Ben seni sikiyor muyum?" olarak görünmesine neden oluyor. Ondan sonra gelsin olaylar. Ne diyorsun senler, aman yanlış anladınlar, bırak bu işleri ben aptal mıyımlar, larlar da larlar..
İşte neymiş, sıkışmalı tokuşmalı kelimeleri her yerde etmeyecekmişiz. Ablaya abiye her olayı anlatacak, saklamayacakmışız. İki yakın arkadaşın arasına girmeye çalışmayacakmışız.
Neyse bir okullar açılsın da, düşüneceğiz bir şeyler ne yapılabilir. Shakira diyor lan boru değil yani. Ha sonra sordum, diğer Yağmur'a noldu?
"Çok metalciydi abla, ayrıldım."
Alo aşkım kusma
Yan apartmanda oturan karşı komşumuz - evet, tam olarak yan apartman karşı komşumuz oluyor sanırım- şu an pencereden aşağı kusuyor. Bu adam telefonda sevgilisiyle de pencerede kavga ediyor. Çok merak ediyorum neden ki? Neyse yarın sabah gene cümbüş var anlaşılan aşağıda. Bir de o kusmukları kim temizliyor?
Pazartesi
Swing Parti
İçeriden -oturma odasından- çok acayip sesler geliyor. Korkuyorum da gidip bakmaya. Gitsem dönemeyeceğim, biliyorum. İşim gücüm var bir sürü. Anneme sesleneyim o zaman dedim, "Kocam Size Emanet" mi neymiş. Televizyoncular rahat durmuyor vallahi. Bomba gibi gelmişler yine. Format sanırım şu:
Alıp kapatmışlar kocaları bir eve. Bunlar karılarının istekleri doğrultusunda bir takım psikopat ruhlu insanlar tarafından eğitim görüyorlar. İşte çatal bıçak kullanma olsun, efendime söyleyeyim dans etme olsun.. Bunlar duyduklarım. Bir de olayın çok acayip bir boyutu var.
Şimdi kocalar yine alınıp konulmuş bir yere, ki bunlar yarışmanın başlarında olan olaylar oluyor tahminen. Sonra sırasıyla eşlerin sesleri geliyor. Sormuşlar, "Eşinizin neyi değişsin?" Ablam anlatıyor, bizimkiler o konuldukları yerde taşak geçiyorlar birbirleriyle. Herbiri ölümüne eğleniyor bir diğeriyle. Türlü türlü komiklikler, şakalar. Ama haberi yok ki az sonra sıra ona gelecek, unutmuş. Belki de hep aklında da rahatlamaya çalışıyor. Neyse, bilemeyiz tabi. Sadece bende "Gülüp eğleniyorsun ama birazdan seninki de başlayacak anten!" gibi düşüncelere neden oluyorlar.
Ne diyorduk, evet, kocanızın neyi değişsin? "Vallahi şekerim benimki çok bencil. Çok kıskanç. Üstelik hiç romantik değil bıdı vıdı..." Hohoğğ burada frene basıyoruz işte. Nasıl yani? Adam bencil, kıskanç? E be kadın, adamı alırken nerdeydin? Bunlar adamın karakteri. Hani yedisinde neyse yetmişinde de o olacak karakteri.
Oturdum düşündüm. Nasıl yapacaklar, nasıl değişecek bu karakter derken...
Şimdi elimizde atıyorum altı adet adam ve altı adet de kadın var. Bunlar elmalar armutlar olarak ayrılmış. Elmalar armutlardan şikayetçi. Şikayet nedeni ise sapının kısa olması. (armutun çöpüydü aslında ama neyse) Ama ordaki her armutun sapı kısa değil ki. Üstelik herkes uzun sever diye bir kaide de yok.
Dedim işte bu televizyoncular az değil. Oturtmuşlar annemgillere, teyzemlere, babaannemlere ve bilumum yaşını başını almış insana Kanal D ekranlarında gizlice swing parti izlettiriyorlar.
Pazar
Ve bir cinayet sahnesi
Kanıtlar cinayetin şu şekilde işlendiğini gösteriyordu:
Katil, bir yaz gününde saat dört civarında otobüs durağında yerini almıştı. Kurbanı olan Gregor Samsa, bu esnada evinin bulunduğu caddeye dönmek için 97T otobüsünün cam lastiklerine doğru ilerlemekteydi. Arka yan camı tercih ederdi. Böylece biraz kestirebilirdi de.
Hava terletecek kadar sıcaktı. Ama katil fazlasıyla çok olan saçlarına rağmen sıcaklamıyordu. Ne de olsa ensesi açıktı. Üstelik duş alıp çıkmıştı. Yarı gürz, yarı kol çantası biçimindeki silahını sıkıca kavramıştı. Otobüsten içeri girdi ve cebinden akbilini çıkardı. Bu yeterli değildi. Belki de hay sikiyim diye düşündü, daha geçen gün doldurmuştu. Bilemeyiz. Tüm otobüsün içinde yankılanan sinir bozucu sesi bastırmak istercesine elindeki bozuklukları muavinin avucuna boşalttı ve her zaman oturduğu yerin boş olmasının sevinciyle yürümeye başladı.
Üç dakika sonra, karşı caddeden, beyaz tişortlu bir çocuk, bugün her zamankinden çok daha fazla geç kalmış olduğu için koşar adımlarla karşıya geçerek otobüse bindi ve tüm olacaklardan habersiz, en arkanın iki önüne oturarak kulaklıklarını taktı.
Otobüs dolmaya başlıyordu. Ve her vakti gelen şeyin gideceği gibi, otobüs de vakti geldiğinde son durağı hedef alarak gitmeye başladı.
O öğleden sonra tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa, devcileyin bir kızın üstünde buluverdi kendini. Yeşil tişortunun kolunda asılmış duruyor, kafasını biraz yukarı kaldırınca kızın kıvırcık olduğunu inkar ettiği "fazla dalgalı" saçlarını görüyordu.
"Buraya da nasıl geldim böyle?" diye düşündü Gregor Samsa. Hayır! Düş falan değildi. Adını taşıdığı büyük büyük dedesinin başına gelenleri babasından dinledikten sonra, insanlardan olabildiğince uzak durmaya ve saklanmaya çalışıyordu.
Bu sırada, bir yerlerde bütün bu olanları gizlice izleyen biri, Kafka'nın O'na karşı yeterince dürüst olmadığını ve "bir takım şeylerden" bahsetmediğini farketmiş, not defterine "bir takım" önemli notlar alıyordu.
Bir an önce kaçması gerektiğini düşündü Gregor Samsa. Yukarıya doğru yürüyüp saçların derinliklerine ulaşabilirdi. O'nu orada kimse farketmezdi fakat o yollar da yürüyerek aşılmazdı be anam. Aşağı doğru yürümek daha tehlikeliydi. Kız çıplak kolunda hemen hissederdi. "Önce sakin olmalıyım." dedi kendi kendine. Biraz yüksek sesle demiş olacak ki, üzerine bir gölge düştü. Kafasını yukarı kaldırdığında bir çift faşist ve nereden baksan ırkçı denilebilecek göz, bakışlarını Gregor Samsa'nın üzerine dikmişti.
"Hey!" dedi Gregor Samsa, "Bana öyle bakma! Ne var yani, siyah olmam çirkin olduğum anlamına gelmiyor seni insan!" Daha doğrusu, demeye çalıştı. Çünkü çıkan ses tiz bir viyklemeden başka bir şey gibi değildi.
O sırada katil son derece soğuk kanlı olmaya çaba harcıyordu. Etrafında çok fazla insan vardı ve kimseye bir şey belli etmemeliydi. Silahını şimdi kullanamazdı. Çünkü ne uygun bir koşul vardı ne de çok fazla dikkat çekmek istiyordu. Arkasında oturan yaşlı teyzenin, en arka koltuğun yüksek olmasından da faydalanarak, kafasını eğmiş kendisine baktığından neredeyse emindi zaten. Yaşlı kadın, huzursuzluğunu fark etmiş olmalıydı. Bu işi sessizce, eliyle halletmeliydi.
Gregor Samsa ne olduğunu anlamadan bir şey onu savurdu. Beyaz bir zemin üzerinde, bir zırh gibi sert olan sırtının üzerinde yatıyor, başını biraz kaldırınca yay biçiminde katı bölmelere ayrılıp bir kümbet yapmış kahverengi karnını görüyordu. Vücudunun kalan bölümüne oranla acınacak kadar cılız bir sürü bacakçık, ne yapacaklarını şaşırmış, gözlerinin önünde aralıksız çakıp sönüyordu. Genç ya, savrulmanın verdiği şaşkınlığı üzerinden atınca doğruluverdi hemencecik. Kız onu farketmişti. Olabildiğince çabuk davranıp saklanmalıydı. Kaçamazdı ama saklanabilirdi. Saklanmak, evet.. Kamuflaj! İyi fikirdi. Gördüğü ilk siyah yere var gücüyle tırmanmaya başladı.
Kızın arkasındaki koltuktan bütün olanları seyreden ve içine kapanık bir vatandaş olan yaşlı teyze bunların olmasına neden izin verdi? İnsan doğasının muammalarını çözün bakalım! Öylece bakmaya devam etti ve kafasını salladı.
Şarkının en sevdiği bölümünde mp3'ünün şarjı biten beyaz tişortlu çocuk sıkı bir sövdü içinden. Zaten hata edip sol tarafa oturmuştu. Bu saatte güneş, otobüsün hep sol tarafına gelirdi. Sıcaktı, hepten terleyecekti. Baksana, şimdiden ensesi kaşınmaya başlamıştı bile.
"Çok az kaldı!" dedi Gregor Samsa, "Saç köklerine ulaşmama çok az kaldı!"
Katilin planı tıkır tıkır işliyordu. Çok az kalmıştı, hissediyordu.
"Beyaz giymese miydim acaba, terleyeceğim, kötü görünecek şimdi." diye düşünen çocuk, ense kökünün aniden kaşınmasıyla boynunu ve saçlarını silkelemeye başladı. Sonra bir anda sakinleşip etrafa, kendisine bakan birinin olup olmadığını kontrol etti. Bir kaç kişi dışında fark eden olmamıştı. Utanmıştı birazcık ama ne yapsın, huylanmıştı. Of keşke güneşin dibine oturmasaydı.
Gregor Samsa'nın kaderi miydi bu? Bugün başına gelen ikinci savrulma vakasıydı. Kahretsin, yakalanacaktı. Kızdan saklanayım derken diğer insanların dikkatini çekmemeliydi. Ne güzel, tam da saçlara ulaşmıştı. Ama bir dakika! Düştüğü yer siyahtı. Galiba şansı dönüyordu. Şimdi tek yapması gereken hiç kıpırdamadan beklemek ve insanların dikkatini çekmemeye çalışmaktı.
Ve işte zaman gelmişti. Gregor, koltuğun üst kısmına düşmüş öylece duruyordu. Katilin tek yapması gereken yanındaki ve önündeki insanlar inince silahını almak ve olanca gücüyle böceğin üstüne vurmaktı. Zaten otobüs de son durağa gelmişti.
"Ohh kimse farketmedi. Birazdan herkes inecek ve kurtulacağım." dedi Gregor Samsa. Bugün yorucu bir gün olmuştu. Sadece evine gitmek istiyordu. Karısına ve çocuklarına anlatacağı çok ilginç şeyler yaşamıştı.
Kapılar açıldı. Herkes inmeye başladı. Sadece iki kişinin pek de acelesi yoktu.
Eveeet, dedi katil. "Son üç kişi. Güzel. Hadi sen de in. Ve herkes indi." Yavaşça ayağa kalktı, böceğin olduğu yeri gözüne kestirdi, çantasını kaldırdı ve tüm soğuk kanlılığıyla hedefin olduğu yere vurdu.
"Kıtırt"
Ve işte arda kalan, çantamın üstündeki bir küçük leke şimdi.
Perşembe
Napıyoruz? Napıyoruz?
Zıplıyoruz zıplıyoruz..
Tüm Balat yıkılıyor sayın seyircilerrr. İletişim fakültesinde sevinç gözyaşları. Üç sene.. Tam üç sene sonra gelen büyük zafer. O zaman, napıyoruz? Napıyoruz? Zıplıyoruz zıplıyoruz.
Ama son kez, böyle dersin ızdırabını sikiyim.
Ray ray ray ray Öznur. Ra ra ra rayy Öznur. Ra ra ra rayyy ra ra ra ra ra rayyyy. Geçmişin üstüne çekeriz bir sünger. Ama son keeeez teşekkürler Öznur.
Pazartesi
Ebe
Bir de sanırım tam anlatamayacağım ama ebe çok acayip bir şey. Biraz önce aklıma geldi, akraba falan değilmiş bu. E ama küfür de ediliyor ve gayet etkili de oluyor. Ne biliyim şimdi biri gelse bana dişçini sikiyim dese, peki derim. Ebe öyle mi ama ya? En az anne kadar etkili.
Gerçi ilkokulda hiç ebeme küfür etme lan kavgası görmedim ama. Onlar da annelerimizin terbiyesizliği.
Ben şimdi gidip tahtaya kırk kere "annelere terbiyesiz denmez." yazacağım.
NOT: Tuvalette gazete okumakla ön sevişme aynı kategorilerde yarışır.
Soru İşareti
Her şey, o sabah -yani akşam üzeri demek istiyorum- gözlerini karanlık bir odaya açmasıyla başlamıştı. Hava aydınlıktı. Sadece panjurlar kapalıydı. Aklına ilk gelen şey yine midesini bir tuhaf etmişti. Bu seferki potur putur eden mısır patlakları gibi değildi. Kelebek desen hiç değildi zaten.
Saatler geçti, hala düşünmeye devam ediyor. Acaba kağıdı dik mi kullansa, yatay mı?
Cuma
Kadın
Bence tek suçum "Çağıl varken neden ben gidiyorum?" demekti. E haklıydım ama. Ben sıramı çoktan savmıştım. Evin ayak işlerine bakma sırası kardeşimdeydi artık.
Annem elime para sıkıştırmış, düşürme sakın diye tembih etmiş, kasap Ahmet amcadan iki adet yarımşar kilo kıyma isteyemeyeceğim ihtimalini vermiş ve küçük beyaz bir kağıda iki adet yarımşar kiloluk kıyma resmi çizip, altına 'eşittir 1 kg' yazmak suretiyle okumasını yapmıştı bu sanat eserinin: "Müşteri, kasaptan toplamı 1 kg eden kıymayı iki eşit parçaya bölmesini ve bu iki eşit parçayı iki farklı kağıda sarmasını istiyor."
Kağıda bakarken bir yandan kıymanın, Dilşad'ın yazmam için ödev olarak verdiği "kadın" bedeninin metaforu olup olamayacağını düşünürken, diğer yandan da çizim yeteneğimi annemden almış olmalıyım diye düşünüyordum. Annem kadınlardan ne istesindi ki? Zaten kıymanın da kıyma olduğunu yanından çıkarılmış okların bizi 'kıyma' yazısına yönlendirmesi sayesinde anlayabiliyorduk. Sonra şunu düşünürken buldum kendimi: "Acaba annem kadını et parçası olarak görme, kıyma ona mı demek istemişti?" Annem, babam hakkında bir mesaj veriyor olabilir miydi?
Babamın yirmi iki senelik evladı olarak hala ne iş yaptığını tam olarak bilmiyor oluşum, beni babam hakkında işkillendirmedi değil bu konuda. Sonra hemen geçti. Babam öyle şey yapmazdı. O benim yirmi iki senelik babam; annemin ise yirmi bir senelik kocasıydı. O'nu ilk ben bulmasam bile, ilk benim resmi bir şeyim olmuştu. En çok benim sayılırdı. Kapı gibi imza vardı ortada.
Annemi evde Elektra kompleksimle baş başa bırakıp kapıyı kapattım ve mahallemizin on beş senelik kasabını hedef belirleyerek apartmanımızın merdivenlerinden inmeye başladım. Lakin annem bana dikensiz gül bahçesi vaad etmemişti ki.
Annemle yarımşar kilo iki kıyma tartışmamızı kapımızın önünden geçerken duyan sevgili apartman görevlimiz Abuzer amca, çoktan saçını başını düzeltmiş, bahçemizden bir avuç kiraz toplamış, apartman kapısını açarak hazır etmiş beni bekliyordu. Abuzer amca olmanın verdiği vasıfla bana nereye gittiğimi sordu. Kasaba gittiğimi söyledim. Kendisinin gidebileceğini söyledi. Kendim gidebileceğimi söyledim, ki zaten elime tutuşturulan kıyma resimli beyaz kağıt yeterince canımı sıkmış ve yetersiz hissettirmişti. Okul olup olmadığını sordu. Olmadığını söyledim. Nedenini sordu. Finaller dedim.
Sonra avucunu açtı ve bana yedi adet küçük kiraz uzattı. Her kiraz gördüğümde kafama takılan büyük soruyla cebelleşirken başıma neler geleceğini biliyor ama aynı zamanda kibar olmaya çalışıyordum. Dayanamadım ve sordum o soruyu "Kurt yoktur di mi bunların içinde?" Abuzer amcanın 'ilahi kız sen de..' diyen Şabanvari gülüşü eşliğinde bir kiraz alıyordum ki tuttu ve iki yanağımdan öptü. Off biliyordum işte. O yedi kirazdan şehvet olanı seçmiş olmalıydım. Bunun yanına bir de öfke gider deyip bir kiraz daha aldım ve apartmanın kapısından iyi günler dileyerek çıktım.
Yolda acaba diğer kirazları seçseydim neler olabileceği hakkında kısa senaryolar yazarken kafamda, aynı zamanda kadın konusunu düşünmeye devam ediyordum. Sahi Kenan Doğulu'nun müziği de bu kadınlar sayesinde değişim geçirmemiş miydi? Aslında bunu farketmediğimi itiraf edeyim. Dilşad'ın yazmamı söylediği ikinci şey buydu. Kasaba doğru yolculuğum gayet güzel ve sorunsuz geçiyordu. Neredeyse on adımım kalmıştı. On adım sonra o rengarenk ip perdeden içeri girecektim. Çok yaklaşmıştım. Dört adım kalmıştı. İçimden evet evet diye çığlıklar atıyordum. Bir adım daha ve bir adım daha derken bir ses "Bana mı dedin?" Kafamı sağa doğru çevirdiğimde sesin kaynağının bana bakan gayet de normal tipli bir adam olduğunu gördüm. Ben o çığlıkları içimden atıyorum zannederken yanılmış mıydım? Yol boyunca kafamdan geçirdiğim şeylerin hepsini aslında sesli bir şekilde dile getirmiştim. Kendi kendine konuşan bir deliydim yani. Allahım nolur kıyafetlerim de bir yanılsama olmasındı. Sokağa çıplak çıkmış olamazdım. Bu tip korkulara uzun bir süreden sonra ilk defa dışarı çıktığımda kapılırdım. Tamam, bazen de tuvalette "ya şu anda tuvalette olduğumu sanıyorsam ama aslında sınıftaysam ve resmen sıraya işiyorsam?" diye korkmuşumdur. Peki peki, tamam. Bunu küçüklüğümden beri yalnız olduğumda sık sık düşünürüm. Ne var yani? Dalga geçmesenize. Baş edebildiğim sürece sorun değildir.
Kadın konusu çoktan kafamdan silinmişti. Sikerdim kirazını da yedi günahını da. Bu adam kimdi? Asıl soru nasıl duymuştu beni? Yoksa...
Ananıskim elaleme Joe Black gelir, bize düşene bak.
"Efendim?" diyebildim.
"Bana mı dedin?" dedi.
Bir şey demiş miydim ki? Mına koyim emin de olamıyordum ki konuştum mu konuşmadım mı. Noluyo lan!
"Hayır" dedim, "Size bir şey söylemedim."
"Bana mı dedin?"
Fiyuu... Adamdı deli olan evet. Rahatlamıştım. Ama nasıl ya? Duymuş muydu ki hakikaten? Deli demek bu mu demekti?
Kasap Ahmet amcama selam verdim, halini hatrını sordum ve beyaz kağıdı arkamda saklayarak siparişimi verdim. "Sen otur, hemen hazırlıyorum." dedi. Oturdum. Şimdi kafamı kadınlara verebilirdim. Derken Ahmet amcanın çırağı çocuk kapıdan içeri girdi ve tavukların geldiğiyle ilgili bir şeyler söyledi. Hepsini dinlemedim zira cümledeki tek bir kelime yetmişti her şeyi anlamama. Tavuklar gelmişti!
Oturduğum yerden kalktım, kendisini kınarcasına bir bakış atarak parasını uzattım Ahmet amcaya ve küfredercesine bir iyi günler dileyerek evimin yolunu tuttum. Yolda ne o deli adamla ne de Abuzer amcayla karşılaştım. Azap kapısı açılmıştı. Merdivenleri üçer beşer tırmanarak eve girdim.
Ve burnuma çarpan o kokuyla birlikte annemin sesi.
"Çağıl köfte yemem tavuk yap dedi, tavuk kızarttım."
Salı
Pazar
Böyle duyurdu Perüşte'ye
Sevgili günlük, sanırım çok ağır hastayım. Böyle zamanlarda bir şeyler hep geçmişi hatırlatır. Gençliğimden kalma bir parça giysi. Yeşil bir mont. Babamla yaptığımız bir yürüyüş. Bir zamanlar oynadığımız bir oyun. Periymişiz gibi davranırdık. Benim adım Lauralee ve ben bir kız periyim. Ve senin adın Teetery. Sen de bir erkek perisin. Peri gibi davrandığımızda birbirimizle kavga ederdik. Ve ben "Bana vurmayı kes yoksa öleceğim." derdim ve sen yine de vururdun. Ve ben "Şimdi ölmek zorundayım." derdim ve sen "Ama seni özlerim." derdin. Ben de; "Ama zorundayım." derdim. Ve sen, beni tekrar görebilmek için bir milyon yıl beklemek zorunda kalırdın. Beni bir kutuya koyarlardı. Tek ihtiyacım küçük bir bardak su ve bir çok küçük pizza dilimi olurdu ve kutunun uçak gibi kanatları olurdu. Sen "Kutu seni nereye götürür peki?" diye sorardın. "Eve." diye cevap verirdim.
Synecdoche New York. İzledim, aklıma geldin. İçimden geldi. Sana.
Çok romantik olduk beh =)
Cumartesi
Uğursuz hayvan
Sen elime kondun,
Ben şarkı söyledim.
Bi terliğe, bi pabuca kandın ulan.
İbnenin evladı!
Ananı da al git.
Cuma
Bu yazımı Yiğit ve kendim adına Öznur Şahin'e atfediyorum
Şimdi bilindiği üzre (üzere değil ama) reklamcılık bölümü üçüncü sınıf öğrencisiyim. Hayır, "gene mi reklam, ne çok reklam koyuyolar muğakoyim" diyen üçüncü sınıf reklamcılık öğrencisiyim. "Reklamcı olmıycam zaten başka bi şey okuycam ben bıdı bıdı" yapmıyorum şimdilik. Ne diyordum, evet, üçüncü sınıf. Şimdi bunu tutun aklınızda başka bir şey anlatacağım.
İletişim fakültesine giren her genç birey, ki çoğu fakültede de böyle, birinci sınıfta temel bir takım dersler almak zorundadır. Bunlar Sosyal Bilimlerde Anahtar Kavramlar, Kuram ve Yönteme Giriş, İletişim ve Sanat, İletişim ve Medya, Temel Yazılım Bilgisi gibi dersler olmakla birlikte; Mesleki İngilizce, Türk Dili, Tarih gibi liseden beri (evet evet liseden beri, ki belki ortaokul) gördüğümüz dersler. Diğer dersler ise bölümlere göre ayrılıyor fakat bunlar tüm fakültenin ortak almak zorunda oldukları. Şimdi bunu da tutun aklınızda başka konuya geçiyorum.
Yönetmelikte diyor ki: " Bir dersten üç kere üst üste kalan öğrenci o dersten muaf sayılır. Yerine başka bir ders alması gerekmektedir." Yani bu ne demek? Sen bu dersi algılayacak beyin kapasitesine sahip değilsin, yerine başka ders verelim biz sana. Şimdi napıyoruz? Evvet, bildiniz. Bunu da aklımızda tutuyoruz.
Blue'nun ipucu diye bir şey vardı nickelodeon'da. Üç ipucu bulup, Blue'nun (kendisi mavi bir köpek) anlatmak istediği şeyi bulmaya çalışıyorlardı. Beni bir bu, bir de teletabiler mahvetti. Pamuk Prensese değinmiyorum bile. Neyse iyi bir haberim var, bu sonuncusunu aklınızda tutmanıza gerek yok. Kendi çapımda analoji yapmaya çalıştım da, olmadı. (Bunu da derste yeni öğrendim hağ, kullanayım hemen)
Elimizde üç paragraf var. Ceren üçüncü sınıfta okuyor. Ceren'in almak zorunda olduğu, Türk Dili gibi bir takım zorunlu dersler var. Ceren'in okulunda üç kere aynı dersten kalınca, o dersten muafsın çünkü salaksın, demek ki algılayamazsın!
O halde size bir sır vereyim mi? Tam üç senedir Türk Dili'nden kalıyorum. Ve işin acı kısmı mezun olucam, daha türkçe bilmiyorum. Yerine fransızca mı alsam?
Perşembe
Çarşamba
Model
Az önce Aşkın'la röportaj yapalım dedik, olmadı. Kimdir Aşkın? Güzel bir arkadaşımızdır. "Model" adlı grubun bateristidir de aynı zamanda. Dedim klavye sende, bahset, reklam yap biraz. Pek mütevazı müdürüm. Soruyor Fulya, albüm satışları nasıl? Bilmem ki, iki bin satsa mis gibi diyor. İki bin? Sanki çok be? Bilmem ki, değil mi?
O değil de az önce yüzümde çakmak patladı. Saçlarım hala yerinde.
-Oha geçene bak!
- Gene popo mu gördün?
Urban var. Oturuyoruz şimdi. Yunan tanrıları toplanmış.
Aaa Aytekin, doğum günün kutlu olsun çocuum.
Neyse Model diyorduk. Ahan da bu. Hiç biri o gördükleriniz değil. Ben gördüm, değil. Allahım bu adam o adam olamaz yani. Dur bakim ne konuşuyolar? God of war'dan bahsediyolar. Of çok güzel oğlum. Neyse ben Model'den bahsetmeye devam ediyim. E kendi bahsetmiyor, ben nasıl edeyim? Ne tarz diyorum, ska diyip geçiyoruz diyor. Albümün adı neden perili sirk diyoruz, palyaço musunuz siz heh heh heh diye zevzeklik ediyoruz, ona da kısa ve net cevaplar. Anlatmıyorrr anlatmıyor. Altı şarkılık bir EP işte. Hemi de altı tele. Yetele? I ıh alışamıyorum. Milyon işte. Alın lan. Dinlemeseniz de alın. Para kazansın çocuklar. Daha bira ısmarlıycak bana.
Postacı bu yazıdan sonra hayatta reklamcı olamayacağını anladı ve ortamı terketti.
Zeus karşımda oturuyor, bunlar uyuyor. Olacak iş mi hay allah! O zaman Ege Çubukçu'dan gelsin: Yaz geldi her gece kulübüne hadi yaz geldi bu sene gene cerene. Aligeytır.
Salı
Öhöm.. hüf hüf.. ses.. bir dakika bakar mısınız?
Sevgili Mehtap,
Ben bi bok yedim. Hayır, yemedim de öyle derler ya hani. Yoksa ıyy yemem öyle şeyler. Yenir miymiş canım hiç. Tamam evet şu anda dangalaklık yaparak seni güldürmeye ve zaman kazanmaya çalışıyorum. Bu aralar çok dürüstüm di mi Mehtap? Mehtap, beni seviyosun di mi? (kıps kıps) Hah ne diyordum? Hay allah unuttum gördün mü! Of tamam konu Levent hocayla ilgili. Ama napiyim, resmen katakulliye getirdi! Heh şimdi sen buna hazırlıklı ol, krizlerini atlat, ben gelip söyliycem sonra.
Bunu paylaşmam gerekti
Üç gündür içmeyince hiç kullanılmayan bir çantada bulunan bir dal kemıl, hiç giyilmeyen pantolonda bulunan on milyon kadar mucizevi bir şey.
Pazartesi
Üzgünüm Memik
Evet, üzgünüm bunu yapmak zorundayım. Zira memet her meseneğ oturumunu yeniden açtığında kafamda sürekli aynı cümleler dönüyor.
"Anladık memet döndün ve ordasın. Bir haftadır internet kullanamamanın ve kimseyle konuşamamanın ezikliği içerisindesin. Ama yemiyoruz! Sanki bağlantın kesilmiş gibi yapıp, bi offline bi online, bi offline bi online yaptığını biliyoruz. İnternete girme saatlerimizin bi listesini çıkarıp, çok stratejik olarak bu işlemi yaptığını ve bizi resssssmen takip ettiğini de biliyoruz. Tamam anladık ordasın ve bir hoşgeldin neler yaptın bekliyorsun. Kimbilir anlatacak nelerin vardır. Üstelik daha neden aramadığımızla ilgili ağzımıza sıçma planların da var. Ama finallerimiz başladı be memik, konuşamayız."
İster komplo teorisi deyin, ister kuvvettli hisler. Ama ekranımın sağ tarafından fırlayan o küçük dikdörtgenin içinde her adını ve sıfatını gördüğümde kendi kendime söylediğim şeyler bunlar. Sevmeyebilirsiniz artık. En azından dürüstlüğüme puan verin be?